14 Ocak 2009

Arka - taş

canım arkadasım 'a sonsuz sevgilerimle ... Eski Türklerde Askerler
savaşırken arkadan gelecek herhangi bir saldırıyı kontrol edebilmek için
sırtlarını bir ağaca, kaya veya taşa vererek ok atarlarmış. Atalarımız
genelde bozkır hayatı yaşadıkları için bu sırt dayanan nesne genelde bir
taş veya kaya olurmuş. Yıllar sonra sırt dayanan taşın ismi ARKA-TAŞ dan
ARKADAŞ şeklinde dilimize yerleşmiş ve bugün bile güvenebileceğimiz, bizi
arkadan vurmayacak olan, samimiyetine güvendiğimiz kişilere verdiğimiz
isimdir.

13 Ocak 2009

Muthis bir Koca

Bir golf klübünün soyunma odasında bir sürü adam giyiniyormuş. ortada
duran bir cep telefonu çalmış, Yakınındaki bir adam hands-free konuşma
düğmesine basmış ve giyinirken konuşmaya başlamış.

ADAM: Alo

KADIN: Merhaba şekerim, kulüpte misin?

ADAM: Evet.

KADIN: Ay ben burada supper bir deri ceket gördüm. 1000 dolarcık. Alabilir miyim?

ADAM: Oluur, madem çok sevdin, al tabii.

KADIN: Aslında buradan önce de galeriye uğradım. 2008 modelleri gelmiş, tam istediğim renkte birini buldum.

ADAM: Ne kadar?

KADIN: 60 000 dolarcık.

ADAM: O parayı vereceksem bütün aksesuarları nı isterim ama...

KADIN:Yaşasınnn! Bi şey daha var: Gecen sene beğendiğimiz ev yine satılık ve
450 000 dolar istiyorlar.

ADAM: Tamam, ama 420 000 dolardan fazla verme sakin.

KADIN: Oldu sekerim. Sonra görüşürüz. Seni seviyorum.

ADAM: Ben de seni... Görüşürüz.


Adam telefonu kapatıp afallamış şekilde onu seyreden topluluğa döner ve
Sorar:
'Bu telefon kimin, bilen var mı?'
tel sesi.....

-alo buyrun?


-emel hanim?


-evet efem buyrun.


-emel karakas di mi??


-evet efem.


-hanfendi, burasi . laboratuvari. esinizin test sonucu geldi ancak ayni isimde bir beyin daha sonucu var elimde ve acik konusmak gerekirse hangisi daha kotu bilemiyorum!!!


-ne demek istiyorsunuz?


-valla biri alzaymer digeri eyds!


-bi daha yaptirsak testi?


-hanfendi biliyorsunuz bunlar pahalli testler,sigorta odemez ikinci testi!


-n'apcaz o zaman?


-bakin biz burada dusunduk soyle bi fikir geldi aklimiza:


kocanizi bindirin arabaya, sehrin ortasinda biyerde birakin...


evi bulursa sakin bi daha onla yatmayin!!

Evli olanlara...

Alyansı neden dördüncü parmağımıza takmalıyız?
Bunun, Çinliler'in anlattığı çok güzel ve inandırıcı bir açıklaması var...
Başparmak, anne-babanızı,
İşaret parmağı, kardeşlerinizi,
Orta parmak, sizi,
Dördüncü parmak (yani yüzük parmağı), hayat arkadaşınızı,
Ve serçe parmak, çocuklarınızı temsil eder.
İlk önce avuçlarınızı birbirine bakacak şekilde açın. Orta parmakları bükün ve sırt sırta birleştirin. Daha sonra kalan dört parmağınızı da şekildeki gibi açıp, uç uca getirin.
Şimdi, anne babanızı temsil eden başparmaklarınızı ayırmaya çalışın... Açılacaktır, çünkü anne babanız sizinle birlikte ömür boyu yaşamayacaktır. Er ya da geç onlardan ayrılmak zorundasınız.
Baş parmaklarınızı önceki gibi birleştirip, kardeşlerinizi temsil eden işaret parmaklarınızı ayırın. Onlar da ayrılacaktır, çünkü kardeşleriniz kendi ailelerini kurup, ayrı bir hayat seçer.
İşaret parmaklarınızı birleştirip, çocuklarınızı temsil eden serçe parmaklarınızı ayırın. Onlar da ayrılacak, çünkü çocuklar da evlenir ve bir gün kendi hayatlarını kurar.
Son olarak serçe parmaklarınızı birleştirip, eşlerinizi temsil eden yüzük parmaklarınızı ayırmaya çalışın. Ayıramadığınızı görünce şaşıracaksınız. Çünkü karı-kocalar hayat boyu bir arada yaşarlar... İyi günde ve kötü günde...

HAYATTA KARARLAR BIRER KIBRIT' TIR

Adamin biri,

Bilge bir kral olmakla un salmis olan kralin yanina gider.

Krala sunu sorar

'Efendim soyleyin bana hayatta ozgurluk var midir? '

Kral 'Elbette' der,

'Kac bacagin var senin? '

Adam soruya sasirarak 'iki efendim' der.

Kral 'Pekala, tek bacaginin ustunde durabilir misin? '

'Elbette' diye cevap verir adam.

Kral 'O halde hangi bacagin ustunde duracagina karar ver'.

Adam biraz dusunur ve sol bacagi ustunde durmaya karar verir.

'Tamam' der kral

'Simdi de oteki bacagini kaldir.'

Adam sasirir 'Bu imkansiz kralim' der.

'Gordun mu? ' der kral '

Ozgurluk budur.

Sadece ilk karari almakta ozgursun.

Ondan sonrasinda degil.'

Tiziano Terzani'nin "Atlikarincada Bir Tur Daha" adli kitabinda

Okudugum bu kucuk oyku yillardir tartisilan ozgurluk kavrami

uzerinde bir kez daha dusunmeme yol acti.

Hayat gercekten boyleydi.

ilk karari aliyordun ve gerisi o ilk karara bagli olarak

gerceklesiyordu.

Hayat hata kabul etmiyordu.

ilk kararin dogruysa isler yolunda gidiyordu

ama eger yanlis bir karar aldiysan,

hersey zincirleme yanlis gidiyordu.

Mesela meslegini secerken...

Hasbelkader, iyi dusunmeden, yeteneklerinin farkinda olmaksizin

bir meslek sectiginde omur boyu isini zorla yapmaya

mahkum oluyordun.

Isinin basindayken baska bir is yapmayi ozluyordun.

Ama biliyordun ki; ozgurlugunu kullanmis ilk karari vermistin ve

Yeniden baslama cesaretin yoktu.

Bazi insanlar vardi hayatta...

Onlar ise her seyi ardlarinda birakip yeniden baslayacak kadar

cesurlardi. Ama sen onlardan biri olamiyordun.

Bunca emek bunca calismayi sanki copmus gibi bir cirpida

ativeremiyordun.

Oysa goz ardi ettigin bir sey vardi. Hayat cok kisaydi

Ve mutsuz oldugun islerle zaman oldurmek

ayni zamanda ruhunu oldurmekle es anlamliydi.

Evlilik konusunda da iyi karar vermek gerekiyordu.

Yanlis bir karar ayni evde yasayan iki dusman yaratabilirdi.

Ask zorunluluga donusebilir ve hayatini cehenneme cevirebilirdi.

ilk karari aliyordun, bu konuda ozgurdun

ama devaminda senin kararina bagli olmayan

pek cok sey gerceklesiyordu.

Hayat kararlardan ibaretti ve kararlar birer kibritti.

Dogru yerde ateslediginde seni isitacak ates,

corbani kaynatacak ates oluyordu,

yanlis yerde atesledigin vakit ise

icinde bulundugun evle birlikte seni de yakiyordu.

Hayat oyle basite alinacak bir oyun degildi.

Oyunun kurallarini bilmen ve ona gore oynaman gerekiyordu.

Ama cogu zaman oyunun kurallarini bilmek yetmiyordu.

Cok daha onemli olan baska bir sey vardi.

Kendini bilmek...

Ne istedigini, neyin seni mutlu edecegini ve kim oldugunu,

Neler yapabilecegini bilmek zorundaydin.

Ancak o zaman dogru kararlar veriyor ve

mutlu bir hayata sahip oluyordun.

Ve kararlar birer kibritti...

Ya kendini yakiyordun ya da isitiyordun...

HEP KENDİNİZİ ISITACAK KİBRİTLER YAKMANIZ DİLEĞİYLE ;







Günün son dersinin sonuna gelinmişti. Öğrenciler çıkmak için sabırsızlanıyordu. Defter ve kitaplarını çantalarına koydular. Zil çalar çalmaz, dışarı çıkmak için hazırdılar. Yalnız, Ali hazırlanmamıştı. Gecikmek için de elinden geleni yapıyordu. Nihayet zil çaldı. Öğrenciler bir anda kapıya yöneldi. Ali, yerinden kalkmadı. Ağır ağır eşyasını topladı. Bir yandan göz ucuyla öğretmenine bakıyor, bir yandan da arkadaşlarının gitmesini bekliyordu.

Öğretmeni, onun bu halini fark etti:

- Hayrola Ali, dedi. Eve gitmeyecek misin?

Ali, son arkadaşının da çıktığını görünce cevap verdi:

- Sizinle konuşmak istiyordum öğretmenim.

- Peki, dedi öğretmeni. Ne söyleyeceksin bakalım?

- Ahmet arkadaşımız var ya…

- Evet, ne olmuş Ahmet'e?

- Durumları pek iyi değil galiba. Annesi, beslenme çantasına pekiyi şeyler koymuyor.

- Eee?

- Ona yardim etmek istiyorum. Ama benim yardim ettiğimi bilirse üzülür. Günde bir simit parası biriktirip her hafta size versem, siz de ona verseniz?

Cebinden bir avuç bozuk para çıkarıp öğretmenin masasının üzerine koydu. Nurhan Öğretmen, paraya dokunmadı. Sandalyesine oturup düşündü. Ali hakkındaki bilgilerini yokladı. Bildiği kadarıyla ailesinin durumu pekiyi değildi. Bu çalışkan ve sevimli öğrencisi, ne kadar da iyi niyetli ve düşünceliydi. Zengin bir ailenin çocuğu değildi. Buna rağmen yardim etmek istiyordu. Üstelik yardım ettiğinin bilinmesini istemiyordu.

Nurhan Öğretmen:

- Dur bakalım Ali, dedi. Bildiğim kadarıyla sizin de maddî durumunuz pekiyi değil. Yanlış mı biliyorum?

- Doğru biliyorsunuz öğretmenim. Babam gündelikçi. Çoğu zaman iş bulamıyor. Ama ben de çalışıyor, para kazanıyorum.

- Nerede çalışıyorsun?

- Simit satıyorum.

Nurhan Öğretmen yine durup düşündü. İyiliğin bu kadarına ne demeliydi şimdi? Bunun gerçekleşmesi zordu. Onu, bundan vazgeçirmek için bir çare bulmalıydı. Bunu yaparken, sevimli öğrencisini de kırmamalıydı. Onunla biraz daha konuşursa, belki bir yolunu bulurdu.

Nurhan Öğretmen, Ali'ye dondu:

- Büyüyünce ne olmak istiyorsun, diye sordu.

- Çok zengin bir işadamı…

- Niçin?

- İnsanlara daha çok yardım etmek için…

- Güzel, dedi Nurhan Öğretmen. Bak simdi Ali, Ahmet'in ailesinin durumu pekiyi değil, bu doğru. Ama sizinki debundan pek farklı değil. İstersen acele etme. Çok zengin olduğun zaman insanlara yardim edersin. Olmaz mı?

- Olmaz, dedi Ali. Şimdi yapmalıyım.

— Neden olmaz?

— Üç sebepten dolayı olmaz.

Birincisi: Bu para zaten benim değil. İyilik ettiğim için Allah, beni insanlara sevimli gösteriyor. İnsanlar da bundan etkileniyor, daha çok simit alıyorlar. Bu sayede gün boyu çalışanlardan bile fazla simit satıyorum. Hele mahallede Hasan Amca var, her gün iki simit alıp güvercinlere veriyor.

İkincisi: 'Ağaç yas iken eğilir.' deniliyor. Şimdiden iyilik yapmayı öğrenmezsem büyüdüğümde hiç yapamam. Şimdiden iyilik yapmayıp bunu zenginlik günlerime ertelersem, zengin olduğum günlerde de daha zengin olduğum günlere erteler kendimi kandırmış olurum.

Üçüncüsü ise daha önemli: Büyüdüğüm zaman çok zengin bir işadamı olmak istiyorum. Zamanında yatırım yapmayanlar büyük işadamı olamazlar.

Nurhan Öğretmen, karsısında büyük biri varmış gibi dinliyordu:

- Bu sonuncusunu pekiyi anlayamadım, dedi.

- Açıklayayım öğretmenim, dedi Ali. Şimdi, çok zengin olmadığım için, ancak günde bir simit parası kadar yardım edebiliyorum. Bundan fazlasını veremem. Allah, Cennet'i gücü kadar iyilik edene veriyor.Şimdi gücüm bu olduğuna göre, Cennet'in fiyatı birkaç simit parası kadardır. Eğer zengin olmadan ölürsem birkaç simit parasıyla Cennet'e girebilirim. Bundan daha karlıbir yatırım olur mu?

Nurhan Öğretmen'in gözleri dolmuştu. Başını 'Evet' anlamında sallarken Ali'yi evine yolladı.

Sınıfa geri dönerken okulun boşaldığını fark etti. Eşyalarını toplamak için masasına döndüğünde Ali'nin bıraktığı paraların masa üstünde kaldığını fark etti. Sandalyesine gayri ihtiyari oturdu ve paraları eline aldı.

Hiçbir para ona bu kadar kıymetli gelmemişti. Sanki elinde dünyanın en kıymetli incilerini, yakutlarını, elmaslarını tutuyordu. Hatta bu paralar onlardan bile kıymetliydi. Bu paralar, bu bozuk SIMIT paraları, Cenneti satın alabilecek paralardı. Sanki hiç bırakmak istemeyen bir duygu ile sımsıkı kavradı bu bozuk simit paralarını.

Oturduğu yerden kalkamadı Nurhan Öğretmen. İçinin dolduğunu, Tarif edilemeyen duygulara boğulduğunu hissetti. Birden boşalan sağanak yağmurlar gibi ağlamaya başladı. Ağladı… Ağladı… Ağladı.

Kendine geldiğinde aksam olmuştu. Yavaş adımlarla sınıftan çıkıp okuldan ayrılırken bekçi Sadık 'Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak, Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak' diye Nurhan öğretmenin sayıkladığını duydu. Bekçinin hayretler içinde, 'Ne dediniz hocam?' demesini bile duymayan Nurhan öğretmen, bekçinin şaşkın bakışları altında akşamın alaca karanlığına karışıvermişti

Hikayeyi beğenmişseniz ve Ali'den utanmışsanız, maddi durumunuz iyi değilse bile, iki tane ekmek alıp bölgenizdeki bir fakirin kapısına bırakın.

Bir okul önünde biraz bekleyip yırtık ayakkabısı olan bir çocuğa ayakkabı alın.

Maddi ihtiyacı olan bir akrabanıza yardım edin.

Yeter ki boş durmayın!

"Ekmeği paylaşmak ekmekten daha lezzetlidir."
Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni, senin o''nu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini...
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir şeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, yada pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden,
Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın.
Ucundan tutarak...

CAN YÜCEL

GÜPE GÜNDÜZ DÜŞLER YASARSINIZ, ZİFİRİ KARANLIKLAR GÜNEŞE DÖNÜŞÜR AŞK OLUNCA AŞIK OLUNCA… ŞARKILAR YÜKSELİR İÇİMİZDEN, BAZEN ACILI BİR MELODİYLE SOKAK ORTASINDA KALAKALIRSINIZ, AĞLAMAK UTANILASI DEĞİLDİR, SAKLAMAZSINIZ, DURUP MÜZİĞE KARISIR AĞLARSINIZ, YANINIZDAN GEÇİP GİDER GÖRÜNTÜLER, SADE ONUN GÖZLERİ VE GÖZYAŞI GÖRÜNÜR OLUR.

YANINIZDAYSA SEVGİLİ MÜZİKLERİN NEŞELİSİ TAKILIR, SARAR HER TARAFINIZI KEYİF MUTLULUKLA GÖZLERİNİN İÇİNE BAKAR TEKRAR TEKRAR FISILDARSINIZ SEVDİĞİNİZİ, O VARSA HER MÜZİK NEŞEDİR.


AŞK OLMASAYDI HANGİ MÜZİK İÇİNİZİ KANATIRDI, DANS ETTİRİRDİ….

AŞK OLMASAYDI ŞİİRLER OKUYABİLİRMİYDİNİZ, PUSLU HAVALARDA SEVGİLİYE SARILARAK…?

AŞK HERKESE YAKISIR; YÜREĞİMİZİ AŞKA AÇTIĞIMIZ İNANDIGIMIZ SÜRECE…..

HİÇ RAHİP YALAN SÖYLER Mİ ?

Oldukça seçkin görünüşlü bir bayan uçakla İsviçreden dönmekteydi. Yanında oturmakta olan rahibe

'Özür dilerim peder, sizden bir iyilik isteyebilir miyim?' diye sordu.

Rahip : 'Elbette kızım, senin için ne yapabilirim?' diye cevapladı.

Kadın açıkladı: kendime yeni bir epilasyon aleti aldım ve buna oldukça yüklü bir para saydım. Sanırım limitlerin
oldukça üzerine çıktı ve gümrükte elimden alırlar diye korkuyorum. Acaba gümrükten geçişte bunu cübbenizin altına saklayabilir misiniz?'

Rahip 'Tabi ki yapabilirim evladım ama biliyorsunuz ki ben yalan söyleyemem.' diye yanıtladı

Kadın 'Çok temiz ve dürüst bir yüz ifadeniz var peder, eminim ki size soru filan sormazlar' dedi ve pahalı epilasyon aletini pedere verdi.

Uçak havaalanına vardı. Peder gümrükten geçeceği sırada görevli

'Peder, bildireceğiniz herhangi bir yükünüz var mı?' diye sordu.

Bunun üzerine Peder :

'Başımdan kuşağıma kadarki bölümde açıklayacağım herhangi birşey yok, evladım' dedi

Bu yanıtı garip bulan görevli :

'Peki kuşağınızın altında kalan bölümde neyiniz var?' diye sordu.

Peder yanıtladı:

'Kadınların kullanımı için dizayn edilmiş mükemmel, küçük bir alet var, ancak şimdiye kadar hiç kullanılmadı!!'

Görevli kahkahadan kırılarak:

'Tamam peder geçebilirsin, sıradaki!..' :)))
Eski Roma'nın ünlü generallerinden birinin eşi dünya güzeli bir kadınmış. Kültürü, neşesi, ev sahibeliği üslubuyla benzeri güç bulunur bir "şahane kadın" Boşanacakları haberi çıkmış, bütün Roma bu haberle çalkalanıyor.

Yakın arkadaşları bir cesaret konuyu açmışlar:

- Eşin Roma'nın en güzel, en beğenilen, gıpta edilen kadını, diye başlamışlar; lafı birbirinin ağzından alarak dakikalarca övdükten sonra, sözü şu suale getirmişler. Nasıl olur da ondan ayrılmayı düşünebilirsin?

General bacağını uzatarak:

- Çizmemi beğendiniz mi önce onu söyleyin bana, demiş.

- Çok güzel!

- Tay derisinden yapılmıştır. Sicilya'nın en marifetli çizmecisi tarafından, kendi eliyle, benim için yapılmıştır. Bir benzerini bütün Roma'da bulamazsınız.

- Belli, demiş arkadaşları. Benzersiz derken de haklısın. Ama bunun, bizim sualimizle ne alakası var?

Arkadaşlarının merakını iki kelimeyle gidermiş general:

- Ayağımı sıkıyor.
Evvel Zaman içinde Memleketin Birinde 90 yaşlarında fakat çok dinç ve genç görünümlü bir adam yaşarmış? Çevresinde bulunan herkes ona çok özenir ve sorarlarmış
‘bu gençliğin sırrı nedir’ diye. İhtiyar delikanlı güler geçermiş her soruldukça bu soruya.. Ama Sorular sık , soranlar çoğalınca cevap vermek vacip olmuş sanki.
Düşünmüş nasıl anlatırım bu sırrımı kolayca herkese. Sonra karar vermiş tüm meraklıları yemeğe davet etmeye evine.
“Bu davette size sırrımı açıklayacağım” demiş. Herkes merakla davete gelmiş. Yemekler yenilmiş, içilmiş, sohbetler edilmiş vakit iyice gecikmiş. Ama gençlik sırrı ile ilgili tek kelam edilmemiş. Herkes konu ne zaman açılacak diye merek ederken Adamcağız huri gibi sevimli hanımına seslenmiş:
-”Hatun, şu kilerde bir karpuz getirir misin bize sana zahmet!..” Hanım hemen doğrulmuş kilere giderek kaş ile göz arasında gidip bir karpuz getirmiş. Adamcağız şöyle eliyle bir vurmuş tık tık diye sonra da:
” Bu olmamış hanım, güzel çıkmayacak, başka getirir misin bir zahmet” demiş. Hanım onu götürmüş bir tane daha getirmiş. Adam onu da bir yoklamış yine beğenmemiş.
” Hanım sana yine zahmet olacak ama bu da olmamış başka bir tane getirir misin ” demiş, Başka istemiş?. Bu böylece üç dört sefer daha tekrarlamış.
Neyse misafirleri ve de siz Aziz okuyucuları sıkmamak için !!! Dedemiz beşincide karpuzu beğenmiş ve karpuz kesilmiş, misafirlere ikram edilmiş?. Herkes karpuzunu afiyetle yerken bizim dedecik sormuş. “Eeee ?. Arkadaşlar iste benim gençliğin sırrı burada anladınız
mı??
Herkes birbirinin yüzüne bakmış. Kimse bişey anlamamış..”Aman dede demişler nerde? Anlamadık biz bu sırrı!” Dedecik gülmüş.”Efendiler” demiş “O gördüğünüz karpuz kilerde bir tanecikti, tekti. Ben hanıma git de başka getir dedikçe o kilere gidip geliyor aynı karpuzu getiriyordu. Bir kere bile “aman be adam , deli misin nesin şu tek karpuzu ne taşıttırıyorsun bana defalarca..” demedi.
Beni sizin önünüzde mahcup duruma düşürmedi. İşte ben bütün gençliğimi bu hanımıma borçluyum. Biz birbirimizi hiç başkalarının önünde zor duruma düşürmeyiz. Aile içindeki hiçbir şeyi dışarıya yansıtmayız. Hep birbirimize destek olur, dert ortağı olur, yardım ederiz. Birbirimizle ilgili olan problemleri yine birbirimize anlatırız. İyi kötü her olayı da birlikte paylaşırız.’ Demiş.
SENİN NE ANLATTIĞIN DEĞİL İNSANLARIN NE ANLADIĞI ÖNEMLİDİR.
SENİ ANLAYAN BİRİNE ANLAT.
ANLAŞILMIYORSAN SUS Kİ, ANLATTIĞINI ANLATMAK
ZORUNDA KALMAYASIN!!!
Hayatınız seçtiğiniz kadındır… Zevkli bir kadına rastlarsanız
zevkiniz, bilgili bir kadına rastlarsanız bilginiz, zeki bir kadına
rastlarsanız zekanız gelişir.
Hayat kat kattır. Babil’in Asma Bahçeleri
gibi teraslar halinde yükselir ve bir terastan bir terasa sizi
kadınlar götürür. Ve bugün durduğunuz teras, seyrettiğiniz manzara,
gördüğünüz hayat yanınızdaki kadının terası, manzarası ve
hayatıdır…

Hayatınız seçtiğiniz kadındır…

Ayşe Balkonda

Kari-koca tatil gunu evde televizyon seyretmekten sıkılmış, yatak odasina gecmeye karar vermisler.... Ama ne mumkun.....7 yasindaki oglan evde.....
Oglum, hadi biraz sokaga cik, gez, oyna! Ihhhhh. Israr faydasiz. Afacanin sokakta gozu yok.
- Oyleyse, diyor baba, annenle ben odamiza gecelim, sen de balkona. Etrafta neler olup bitiyor, yuksek sesle bize rapor et !
Oglan biraz miziklanmakla birlikte caresiz balkona geciyor. Bizimkiler de yataga.
Ve afacan canli yayina basliyor:
- Su an bizim sitenin otoparkina yabanci bir arac park etti. Simdi de Aygaz arabasi sokaga giris yapti. Yasli bir kadin markete giriyor......
Kisa bir sessizlik...Ve rapora devam:
- Yan komsumuz Ahmet Bey amcayla karisi Necla teyze yatak odasinda sevisiyorlar. Yataktakiler sok vaziyette.
Baba sesleniyor:
- Oglum, nereden cikardin simdi bunu ?
- Hicc. Kucuk kizlari Ayse balkonda dikiliyor da.

Uykusunun baldan tatlı olduğu sabahlarda , melek öpüşlerle uyandırılmaz olur .. Anne bağırır : "Çabuk ol , servisi kaçıracaksın !" Baba kükrer : "Ne yatmasını biliyorsun , ne kalkmasını !"

Sabahları güneşin doğuşunu bilmez çocuk . Hiç aydınlanmadan kalkar içi .. Taze bir sabah , bayat bir günün devamıdır çok zaman . Her sabah adına yuva denen , adına kreş denen o yere bırakılır . Başkalarının annesinde , kendi annesinin hasretini çeker gün boyu . Sabahın köründe "benim annem ne zaman gelecek" diye gözyaşları çeker solgun yüzüne dizi dizi . Akşam ne uzundur . Yuva nice gürültülü . Sevgilerini konuşurlar efkarlı saatlerde .
"Benim babam beni çok seviyor ."
"Hayır , benim babam beni daha çok seviyor ."
"Hadi oradan , beni hem babam hem annem daha çok seviyor ."

Başkalarının babası kendi çocuklarını çok severse , sanki kendi babalarının sevgisi azalacakmış gibi kavga ederler . En çok sevilen olmaktır tutkuları . Her pazartesi ne kadar sevildiklerinin ispatını yapmaya koyulurlar . Pazartesileri hep böyle geçer . Herkes kendi babasının en sevgili baba olduğunu ispat etmeye çalışır . Öteki çocuklar yeni sevgi ispatlarını ortaya koydukça içini bir ürperti kaplar . Başkalarının babası çocuklarını daha çok mu seviyordur acaba ? O reklam gelir aklına . Kahrolası reklam . "Evinizi seviyorsunuz , arabanızı seviyorsunuz ... Beni sevmiyor musunuz ?"

İnanmak üzeredir onu sevmediklerine . Arka koltuğa gazoz döktü diye ne çok bağırmıştı babası . Ama olsun , arkadaşlarına bunu anlatmazsa eğer , babasının arabasını kendisinden çok sevdiğini nereden bilecekler . Keşke her Pazartesi en sevilen evlat oyununu oynamak zorunda kalmasaydı . Bunun için Pazartesileri hep hasta numarası yapması . Uyanamaması . En sevilen çocuk olmak yarışması , bilseniz ne kadar zor diyebilse bir gün , her şey ne kadar kolay olacak . Oyunu değiştirebilirdi . Bu oyunun mağlubu olduğunu arkadaşları öğrenecek diye her Pazartesi karanlık bir kuyu olmazdı o zaman . Herkesin annesinin ve babasının ne kadar iyi anne baba olduğu , çünkü onlara ne çok pahalı oyuncak aldıklarının konuşuldukları bir sıra "beni anneannem çok sever" diye bağırıverdi .

"Anne biliyor musun bugün yuvada ne oldu ?"
"Görmüyor musun ? Telefonla konuşuyorum ."
Hiç kimsenin sevdiği şey birbirine benzemiyordu . Annesi telefonu , babası arabayı seviyordu . Her şey erteleniyordu telefon ve araba söz konusu olduğunda . Bir de eve misafir gelecek oldu mu kendisine hiç yer kalmıyordu . Nerelere gitsindi ? Annesi kapattı telefonu . Mutfaktan tencere kaşık sesleri geliyordu . Koşarak yanına gitti .
"Sana yardım edeyim mi ?" dedi , en sevimli halini takınarak . Annesi manalı manalı baktı .
"Hayırdır . Bir yaramazlık filan . Bak bir de seninle uğraşmayayım. Çok yorgunum zaten ."

Yorgunluk nasıl bir şeydi . Bazen elinde oyuncağıyla uykuya daldığında anneannesi oyuncağı yavaşça elinden alır "Nasıl yorulmuş yavrucak . Uykunun gül kokulu kolları sarsın seni" diyerek alnına bir öpücük konduruverirdi . Yorgunluk gül kokulu bir uykuya dalmaksa eğer , ne diye annesi kendisiyle böyle kızgın kızgın konuşuyordu .
"Anneciğim yorulduğun zaman gül kokulu uykulara dalarsın . Anneannem öyle söylüyor ."
"Uykuya dalayım da gül kokuları kusur kalsın . Yorgunluktan ölüyorum ." Bu kelimeden nefret ediyordu . Yorgunum . Yorgun olduğumdan . Böyle yorgun yorgunken ...
"Anneciğim sen yorulma diye..."
"Yemekte konuşuruz çocuğum . Bankada işler yetişmedi . Baban gelene kadar bunları bitirmem lazım . Hadi sen oyna biraz ."
"Hani siz yoruluyorsunuz ya ..."
"Eeee ...."
"Ben de oynamaktan yoruluyorum ."
"Ne yapayım ?"
"Bilmem ..."

Yapılmaması gerekenleri biliyordu da büyükler , yapılması gerekenleri hiç bilmiyorlardı . Işıklar söndü birden . Annesi öfkeyle söylenmeye başladı . "Mum da yok" diye diye karıştırdı dolapları el yordamı . Çocuk sırtüstü yatıp anneannesinin köyünü düşündü . Gaz lambasının ışığında deli tavşan masalını anlatışını . Deli tavşanın duvardaki aksini getirdi gözlerinin önüne . Anneannesi gibi iki ellerini birleştirip işaret parmaklarını yukarı kaldırarak tavşan kafası yaptı . "Bak deli tavşan" diyerek parmaklarını oynattı . Yoldan geçen arabaların farları duvardaki tavşana yol açtı . Tavşan alabildiğine hür dolaştı sağda solda . Otlarla kuşlarla konuştu . Sonra yorgun düştü . Duvardaki görüntü o minik avuçların açılmasıyla kayboldu . Kolu yavaşça kanepeden aşağı sarktı .

Neden sonra ışıklar geldi . Kadın çocuğun hiç konuşmadığını akıl etti birden . Kanepeye koştu . Küçücük dizlerini karnına doğru çekerek uykuya dalmıştı . Masanın üstündeki dosyalara baktı iğrenerek . Dindirilmez bir pişmanlık doldurdu içini . Uyandırmaktan korka korka küçük alnına bir öpücük kondurdu . Çocuk sanki bu öpücüğü bekliyormuşçasına ;
"İşin bitince beni sever misin anne ?" dedi .

Kadın , sevilmek için randevu alan çocuğuna bakarak sabaha kadar ağladı .

Kent Köylüme Mektubumdur (Oğuz Aral)

Ey benim canım, ciğerim, gözümün bebeği, gönlümün kelebeği, yoldaşım, komşum, arkadaşım, şehirde yaşayan köylü kardeşim efendim.
Önce gönülden selam eder, hatırını sorar, yüce Mevla’mdan senin için hayırlar ve iyilikler dilerim. Gazete okumadığın için sana yazdığım bu mektubu da okumayacağını biliyorum. Ama yine de yazmadan edemedim.
Sana olan ilgim ilkokuldayken bize ezberlettikleri köy şiirleriyle başladı. Hele içlerinde "Gezsen Anadolu'yu" ayaklı bir şiir vardı ki, bir avaza bağırarak okurken içim sevinçle dolardı. Pırıl pırıl akan derelerden, çiçek cenneti yaylalardan, çam ağaçlarının altındaki kırmızı damlı beyaz badanalı köy evlerinden, selvi boylu al yanaklı, keklik sekişli dilber köy kızlarından söz ederdi.
Ortaokuldayken Mahmut Makal'ın "Bizim Köy" adlı kitabını okuyunca dünyam karardı, hayallerim yıkıldı. Kitap, açlıktan Malta taşı kemiren çocukları, sıtmadan, tetanozdan, veremden ölüveren genç insanları, çorak toprağı tırnaklarıyla işleyip yine de aç yatan köylüleri anlatıyordu. İlgim önce acımaya, sonra da sevgiye dönüştü. Hele o zamanlar radyoda binde bir çalan halk türkülerini dinleyince, bir köylü tutkunu oldum. Babam, bir Klasik Türk Müziği ustasıydı. Keman, ut, tambur ve ney gibi dört enstrümanı ustalıkla çalardı. Doğduğumdan beri evde fasıl dinleyerek büyüyen ben, bir koşu gidip Şemsi Yastıman'dan bir bağlama satın aldım. Bini aşkın köy türküsü ezberledim. Aşık Veysel'den Yavuz Top'a, Nida Tüfekçi'den Talip Özkan'a, Çekiç Ali'den Zafer Gündoğdu'ya kadar halk ezgilerinin bütün ustaları, en yakın dostlarım oldular. Yunus, Pir Sultan, Karacaoğlan, Dadaloğlu, Kaygusuz Abdal, Seyrani artık en sevdiğim şairlerdi. Gençliğim Yaşar Kemal ve Fakir Baykurt gibi köy romanı yazarlarını okumakla geçti. Artık evim kilim döşeli, duvarlar heybe ve el dokuması yün çoraplarla süslü, mutfak şimşir kaşık ve bakır sahanla doluydu. Yani, artık hazırdım. İşim ve okulum nedeniyle köye gidip yaşayamadığım için şehire gelecek köylü kardeşlerimi, yani atamızın özdeyişiyle köylü efendilerimi bekliyordum.

*

Çok şükür beni çok fazla bekletmediniz. Katar katar, kamyon kamyon gelmeye başladınız. Adnan Menderes, köylerden aldığı oyu kentlerden alamayınca kentleri köylüleştirme politikasına girişmişti. Böylece kentlerde de seçimi kazanacaktı. Kazandı da... Amerikan yardımı ve ucuz devlet kredileriyle yeni palazlanmaya başlayan Menderes ortağı, sermaye erbabı da fabrikalarını kentlerde kurduğu için ucuz işçi ve aç tüketiciye kavuştu.
Her sabah uyandığımda yaşadığım sokakta, mahallede, şehirde bir sürü yenilik görüyordum. Bostanlar, yangın yerleri, dere yatakları hatta kurtların indiği boş vadiler küçük evlerle doluyordu. Gerçi ağaçlar azalıyordu ama briketten yığma taşla ve tenekeyle bile yapılan bu zavallı küçük kulübeleri ve çamur içindeki sahiplerini gördükçe yüreğim bir daha birleşmeyecek şekilde parçalanıyordu. Birçok kondunun taşla çevrilmiş kocaman bahçeleri de vardı. Ama köylerindeki gibi sebze filan ekmiyorlardı nedense. Bazılarında tavuk, keçi, inek gibi hayvanlar besliyorlardı. Bir ara artık taze yumurta yiyip taze süt içeceğiz diye sevindimdi. Ama taze diye iki misli para verip aldığım yumurtanın bizim bakkalın yumurtası, sütün kaymağının da içine katılmış Vita yağından oluştuğunu öğrenince sevincim kursağımda kaldı.
O sıralarda kentin yarısı gibi ben de kirada oturuyordum. O kadar çok ev vardı ve o kadar ucuzdu ki, ev sahibi olmak enayilikti. Akması, kokması, tamiri ve boyasının masrafı vereceğim kirayı kat kat aşardı. Üstelik ahşap evlerin her an çıra gibi yanma tehlikesi vardı.
Şehir içinde tarla olmadığından, gecekondu köylüleri artık ekip biçmeye de gidemiyorlardı. Her gecekondu mahallesinde pıtırak gibi kahveler türemişti. Bu zavallı insanlar, günlerini, hatta gecelerini kahvede pişpirik oynayarak geçiriyorlardı. Her gecekonduda en az 5 çocuk vardı ve çocuk sayısı hababam artıyordu. Acaba ne yiyip ne içiyorlardı?
Gerçi 6-7 Eylül olaylarında olduğu gibi gavur dükkânlarının talanı, şehirli köylülerimize biraz nefes aldırıyordu. Ama ne yazık ki bu tip yağmalar pek sık sık olamıyordu.
Benim gibi birçok gazeteci, yazar-çizer bu gecekonduların Tiryaki Hasan Paşa'sı kesilmiştik. Onları kanımızın son damlasına kadar savunuyor, yol, su, elektrik getirmesi için devleti topa tutuyorduk.

*

Sonra, bir kısmı işçi oldu bir kısmı da bisiklet tekerleğini keşfetti. Üç tekerlekli el arabalarında meyve, sebze sattılar. Yavaş yavaş küçük evleri de uzayıp genişlemeye başladı. Birçok gecekondu sahibi, evinin üstüne her yıl bir kat çıkmaya başladı. Bu katları kente yeni göçen köylülerine kiraya verdiler. Özellikle seçim zamanları, kentler inşaat patlaması yaşıyordu. Gecekondusunun üstüne yeni kat çıkanlar, artık müteahhit sayılırlardı. Bunlardan birçoğu komşu gecekondu sahipleriyle kat karşılığı anlaşıp sekiz on katlı yeni apartmanlar dikti. Hatta bu tip bir apartmanda ben de kiracı olarak oturdum. Bir ara işsiz kalıp kirayı geciktirince, köylü ev sahibim kapıma dört adet köylüsüyle dayanıp beni ve eşyalarımı merdivenlerden atacağını söyledi. Böylece köylülerin dövme işinde de imeceyle davrandıklarını öğrendim. Yanlarına köylerinden veya aşiretlerinden hısım ve akrabalarını almadan kavga etmiyorlardı. Hele bir gün bir Karadenizli'yi dövmek gafletinde bulundum. Sonra da 5 Laz akrabasından muhteşem bir dayak yedim. Bu arada işçilerin gecekonduların ve ezilen köylülerin haklarını korumak için solcu partiler kuruldu. Ama canım köylü kardeşim, siz onları bir güzel dövdünüz. Hatta, bir kısmını telef ederek Moskof'a karşı vatanımızı ve dinimizi korudunuz.
Atamızın tahmini giderek doğru çıkmıştı. Sabancı gibi en büyük holdinglerimizin çoğunun sahibi, lüks apartmanlarımızın sahip ve müteahhitleri, milletvekili ve bakanlarımızın çoğu artık köylüydü. Hatta Cumhurbaşkanımız bile köylüydü. Kısacası, köylü gerçekten efendimiz olmuştu. Şehirde yaşayan daha fakir köylülerimizin ise arabaları, televizyonları, videoları ve cep telefonları vardı. Artık kahvede otururken öbür kahvedeki hemşerisiyle Fener-Galatasaray muhabbeti yapabiliyordu. Kadınları da bitişik dairedeki memleketlisine yeni aldığı müzik setini anlatıyordu.

*

Sonunda kentlerde köylülüğün yan etkileri görülmeye başlandı. Önce, o sırım gibi dimdik köylü kadınları şişmanlayıp un çuvalına döndüler. Oturmaktan memeleri dizlerine sarktı, kalçaları tandır kümbeti kadar büyüdü. Bilezikleri dar geldiği için etlerine gömüldü. İnanmazsanız televizyona bir göz atın. Her olayda bir sürü şişman köylü kadını var.
Sokak çocuğu sayısında ve tiner satışlarında da patlama oldu.
Kentlerin cinsel hayatı tele-kızlar, travestiler gibi çeşitlilik ve zenginlik kazandı. Geçenlerde Tempo dergisinde okudum. Yine köy kökenli bir travesti anlatıyordu:
"Tanıdığım bir simitçi vardı. Bizim para kazandığımızı görünce bıyıklarını kesip bir peruk edindi. O da araba yollarına çıkıp müşteri beklemeye başladı. Köydeki karısına altın bilezikler, çocuklarına yeni elbiseler gönderdi. Şimdi, memleketinde iki apartmanı varmış diye duydum."
Ama köylülüğün yan etkileri bazen bu kadar az hasarlı olmuyor. Yazları her gün 20-30 köylümüz yüzmeyi bir türlü öğrenemediği için boğuluyor. Kente gelip şoför olanlar, her yıl 5 bin kişinin ölümüne neden oluyor.
İster müteahhitin, ister sahibinin olsun köylü kurnazlığıyla yaptıkları binaların onbinlercesi depremde kağıt gibi yırtılıp çöküyor. Devlet de köylüleştiği için sağmal ineğini bırakıp yardıma koşamıyor. Artık namus, mafya, alacak, siyaset, hakaret, aşiret cinayetlerini saymıyorum.
Kısacası, köylülerimiz ölmeden duramıyor.
Ama bu arada Kelaynak kuşları gibi sayıları azalmış kentliler de okkanın altına gidiyor. Ey canım Atam, "Köylü efendimizdir" dedikten sonra niye "Efendi olan kent soylu kuluna acımalıdır!.." demedin!..
Gelen her felaket için "Allah'tan!.." diyorlar. Ama her felaketin kent yaşamını inkár eden köylülükten geldiğini biliyorlar. Fakat bunca acıya rağmen köylülükten vazgeçmeye de asla niyetleri yok. Çünkü, kısa zamanda edinilmiş bu zenginliğin ve bu avantanın kent soylulukla mümkün olamayacağını çok iyi biliyorlar.

*

Ey benim canım ciğerim, kara gözlü, kara bahtlı, kent köylü kardeşim efendim.
Bunca olandan ve daha da olacaklardan sonra çok istememe rağmen sana bir türlü kızamıyorum. Hani sizin oraların bir uzun havası vardır;
"Deli poyraz yeli gibi esmedim
Kaderime küstüm, sana küsmedim" der.
Sana küsmedim ama çok kırıldım. Ama, hoparlörle "Batatiiz... Domatiiz!.." diye kulak zarımın ırzına geçtiğinden, havalara silah sıkıp veya direksiyonda uyuyup can aldığından değil... Şehirleri kondu apartmanlarla rezil edip deprem sonrası da harabeye çevirdiğinden hiç değil...
Sadece onca yıldır beklememe rağmen beraberce türkü söyleyemediğimiz için kırıldım.
Ben İstanbullu, bozlak söyleyip bağlamayla Sıvas halayını çalarken sen, "Movi movi mosmovi... Yıkılmadım ayaktayım, dertlerimle başbaşayım... Seni de Allah yarattı, beni de Allah yarattı... Sana gülen kör talih beni niye hep ağlattı" gibisinden Arapçadan döndürme, işkembeden kaydırma şarkılar ünülüyorsun.
Onca para pul kazandık ama sonunda ikimiz de dedemizden kalan müziğimizi kaybettik galiba... Kentli köylüleşti ama senin ne-leştiğini anlayamadım gitti!..
Bundan sonraki ilk depremde, ilk trafik kazasında, ilk tüp patlamasında, ilk soba zehirlenmesinde veya ilk şehit cenazesinde görüşüp ağlaşmak üzere hoşça kal.
Zeytin karası gözlerinden öperim.

08 Ocak 2009

PATATES TARLASI

Nebraska'da yaşlı bir adam yaşardı. Patates ekimi için bahçeyi bellemesi gerekiyordu, lakin bu çok zor bir i şti.
Tek oğlu olan David ona yardım edebilirdi, fakat o da hapisteydi. Yaşlı adam oğluna bir mektup yazdı ve müşkülatını izah etti.

Sevgili David,
Patates bahçemi belleyemeyeceğimden, kendimi çok kötü hissediyorum.
Bahçeyi kazmak için oldukça ya şlanmış sayılırım. Burada olsan bütün derdim bitecekti.

Biliyorum ki sen bahçeyi benim için hallederdin.
Sevgiler
Baban


Bir kaç gün sonra oğlundan bir mektup aldı.
Babacığım,
Allah aşkına bahçeyi kazma, ben oraya cesetleri gömmüştüm.
Sevgiler
David


Ertesi gün sabaha karşı saat 04:00' de FBI ve yerel polis ç ıka geldi ve tüm sahayı kazdılar, lakin hiç bir cesede rastlamadılar.
Yaşlı adamdan özür dileyerek gittiler.

Ayni gün yaşlı adam oğlundan bir mektup daha aldı.

Babacığım,
Simdi patatesleri ekebilirsin. Bu şartlarda yapabileceğimin en iyisini yaptım.
Sevgiler
David




BİR GÜÇLÜKLE KARŞILAŞTIĞINIZDA

KENDİNİZE BİR KAÇIŞ YOLU DEĞİL,

BİR ÇIKIŞ YOLU ARAYIN.

D. L. Weatherford

Bugün eskisinden daha zenginim, diyor Wilkins, para ve malla degil duygularimla daha zenginim.
Anladim ki, sizi etkileyen seyleri degistirmeyi her zaman basaramazsiniz.
Ama onlarin sizin üzerinizdeki etkisini degistirebilirsiniz.
Bunu basardiginiz anda gerçek zenginligi ve mutlulugu yakalamissiniz demektir.
Richard Wilkins Ingiltere'de piyasaya çikan 'Mental Tonic' (Zihin Açici) adli kitabinda yasam felsefesinden süzdügü ilkeleri siraliyor.
Iste onlardan birkaçi:
* Gerçek degisim kimi eski seyleri farkli görmeye baslamaktir.
* Pencerenizin cami kirliyse disari çikip manzarayi parlatmaniz bosunadir.
* Eger siz kendinizi sevmiyorsaniz baskasi neden sevsin.
* Ana babaniz dogumunuzdan sorumludur, yasaminizdan degil.
* Eger kendinize yön ariyorsaniz yolunu kaybetmis birine sormayin.
* Dostluk, ayri olduklari zaman insanlari birlikte tutar.
* Fedakarlik çiçegin köküdür.
* Geçmisi bir kitap gibi kullanin, eviniz gibi degil.
* Birçok insan hayatinin büyük bölümünü oldugundan farkli görünebilmek için heba eder.
* Ilerlemenizin önündeki en büyük engel kendinize güvensizliginizdir.
* Aci, mutluluga göre daha çok sarki bestelemistir.
* Her davranisinda baskalarinin onayini arayan kimseler hayatin birçok güzelligini iskalar.
* Satihta hazine bulamazsiniz.
* Kahkaha ruhun dansidir.
* Mucize, enerjinizi korkularinizi degil rüyalariniza verdiginiz zaman baslar.
* Karsisinizdakini dinliyor musunuz, yoksa konusmak için sira mi bekliyorsunuz?
* Ikiyüzlülük sadece sahibi tarafindan görülemez.
* Hayatinizi bir para kazanma denemesi olarak kullanmayin.
* Cennete gitmenin iki yolu vardir 1) Gerçekten öldügünüz zaman 2) Gerçekten yasadiginiz zaman
* Gerçek zenginlik vaktinizi insanlara vermektir, para karsiligi satmak degil.
* Müzigi notalarin arasindaki sessizlik yaratir.
* Mutluluk makineye benzer. Ne kadar basit olursa o kadar az bozulur.

BAŞARI



4 yaşında başarı ..........pantolonuna işememektir.
12 yaşında başarı..........arkadaş bulabilmektir.
16 yaşında başarı..........araba kullanabilmektir.
20 yaşında başarı..........seks yapabilmektir.
35 yaşında başarı .........para kazanabilmektir.
50 yaşında başarı ........ daha da çok para kazanabilmektir.
60 yaşında başarı .........seks yapabilmektir.
70 yaşında başarı .........araba kullanabilmektir.
75 yaşında başarı .........arkadaş bulabilmektir.
80 yaşında başarı .........pantolonuna işememektir.

*Biz buna ÇAN EĞRİSİ diyoruz!!...

DOĞRU ERKEK:

Kadının biri kumsalda yürürken ayağı eski bir lambaya takılmış, kadın lambayı kumların içinden çıkarmış, ovalamış.
Lambadan cin çıkmış ve,
-'Sadece bir dilek hakkın var, iyi düşün, öyle dile' demiş.

Kadın hiç tereddüt etmeden, cebinden bir harita çıkararak:
'Bütün dünyada zulmün, savaşın, açlığın bitmesini istiyorum. Bu haritadaki ülkeleri görüyor musun? Bu ülkelerin birbiriyle savaşmayı bırakmasını, her yere barışın

gelmesini diliyorum' deyivermiş.

Cin haritaya bakmış ve dehşetle;
Allah aşkına Kadın!? Bu ülkeler binlerce yıldır savaşıyorlar. Tamam, işimde iyiyim ama o kadar da değil! Bunu yapabileceğimi sanmıyorum. Başka bir dilekte bulun? diye bağırmış.

Kadın birkaç dakika düşünmüş ve
'Hayatım boyunca doğru bir erkek bulama dım. Bilirsin; hem ince düşünceli, hem dürüst, hem karizmatik, hem eğlenceli biri, sevecen, ilgili ve ömür boyu sadık olacak bir erkek diliyorum' demiş.

Cin derin derin bir iç çekmiş:

-Uzat şu kahrolası haritayı!!!...
BİR DÜŞÜNÜR;

Kadınların hayatının 4 ana döneme ayrıldığını ortaya koymuş:

1) Herşeye ağzı açık ayran budalası olarak baktıkları,

söylenen her güzel lafa kolay kandıkları 17 - 25 yaş arasındaki
KAZ Dönemi.

2) Güzelliklerinin farkına vardıkları, o yüzden hep

kapris üstüne kapris yaptıkları 25 - 35 yaş arasındaki
NAZ Dönemi.

3) Hayatı (erkekleri) tanıyıp gözlerinin açıldığı

35 - 45 yaş arasındaki
KURNAZ Dönemi.

4) Mihrabın yıkıldığı, herşeyin bittiği 45 yaş sonrası

ENKAZ Dönemi

Erkeklerin hayatıda 4 ana döneme ayrılir...


1. 17-30 yas arasi: KAZ Dönemi.

2. 30-40 yas arasi: KAZ Dönemi.

3. 40-60 yas arasi: KAZ Dönemi

4. 60 ve sonrasi : 'ENKAZ yada ENNN KAZ' Dönemi